11 Ekim 2019 Cuma

Bin Nehir- Modern Dünyanın Unuttuğu Şeyler-3 (Çeviri)

Carol Black'in Bin Nehir isimli makalesinin son bölümü, Duygu Kurat'ın güzel çevirisi ile karşınızda:
İlk bölüm için buraya bir tık.
İkinci bölüm için şuraya bir tık
Makalenin İngilizce orjinali için oraya bir tık tık.
***

Bin Nehir -3. bölüm
Carol Black
Türkçe Çeviri: Duygu Kurat

Kendisi de bir disleksik olan disleksi araştırmacısı Dr. Ross Cooper “Disleksi sahip olduğunuz bir şey değil, olduğunuz bir şeydir.” demektedir (Kendisi bu terimi eşcinsel insanların “nonoş” kelimesini sahiplendiği şekilde sahiplenir.). Ve insan çeşitliliği izgesinin bir parçası olarak değer sahibi olan bir şey olduğunu vurgular. Cooper, birçok özel öğrenme güçlüğünün ortak özelliğini bilgiyi sözel ve analitik olarak işlemekten ziyade görsel ve bütünsel olarak işlemeyi tercih etme olarak varsayar. Konuların üzerine dar bir biçimde doğrusal ve ardışık şekilde odaklanmak yerine, bu eğilime sahip bir çocuk görsel veri ve anlamı ve konuyu büyük bir resim yoluyla absorbe eder (Bulanık renkler beynin sağ yarı küresinde parlar). Bu, deşifre etmeyi yavaşlatan; ancak aynı zamanda onu derinleştiren ve zenginleştiren bir süreçtir. Yanal düşünme, sezgi, hayal gücü ve yaratıcılığa öncülük eder.  Bu çocukların beyinleri kendilerini farklı bir şekilde düzenler, bu yüzden onların gelişimsel kavislerinin de farklı olacağını söylemeye gerek yoktur. Bu düzenleme sürecine müdahale ettiğimizde, damgaladığımızda, test ettiğimizde ve zamanından önce iyileştirdiğimizde - disleksik çocuklara sinirli bir şekilde ses bilimi çalıştırarak diğer çocuklar gibi düşünmelerini öğretmeye çalıştığımızda - Cooper, onlara kırılmış ve tamire ihtiyacı olan bir şey gibi muamele etmek yerine bu çocukların güçlerini organik olarak geliştirmelerinden yoksun bıraktığımızı söylüyor.
İlginç olarak, geleneksel yerli kültürlerden çocuklar da genellikle bilgiyi analitikten ziyade bütünsel ve bağlamsal olarak işler. Eğer şehirli ve yerli olmayan kültürlere ait insanlardan bitkileri ve hayvanları bir liste olarak gruplara ayırmalarını isterseniz, onu cinslerine göre yapmaya eğilim göstereceklerdir; memeliler, kuşlar, balıklar, bitkiler olarak kategorilere ayırarak. Eğer yerli bir insandan isterseniz, bunu ekolojik olarak yapacaktır. Hepsi sulak alanda yaşadığı için bir kaplumbağa ile söğüt, balıkçıl ve kunduzu aynı gruba koyarak. Sınav bunu yanlış cevap olarak kayıta geçirecektir; çünkü okullar cinse göre ve analitik düşünceye vurgu yapmaya eğilim gösterir. Ama ikinci cevap kırsaldaki yerli çocukların şehirdeki yerli olmayan akranlarına göre daha erken bir yaşta kıvrak olabileceklerini bize yansıtan bütüncül bir düşünme sistemidir.
Konuşan çizgi film faresi ile gösteri müziği şarkıları söyleyen balık arasında büyüyen şehir çocukları gerçek yaşam sistemlerini idrak etmede genellikle çok geç kalırlar ki Henrich ve arkadaşları şehirli çocukların biyolojik muhakemedeki bilişsel gelişimleri üzerinde çalışmanın, eksik beslenmiş çocukların “normal” fiziksel gelişimleri üzerinde çalışmaya eş değer olabileceğini ileri sürer. Ama okullarda, kırsaldaki yerli çocuklar sınava tabi tutulduklarında şehirdeki beyaz çocuklara oranla daha az zeki ve daha çok öğrenme kusurlu bulunurlar. Bu bütün dünya çapındaki geleneksel kırsal kesim insanları arasında bulunan oldukça rahatsız edici bir olgudur. Bu nedendir? Zeka araştırmacısı James Flynn’in keşfettiği gibi, eğer bugünün yenilenmiş testlerine karşı yüzyıl önceki Birleşik Devletler ortalama IQ puanlarını hesaplarsanız, modern bir tanımla birçok beyaz Amerikalının büyükanne ve babasının ve büyük büyük anne babasının zihinsel özürlü olarak sınıflandırıldığını görürsünüz. Bu atalarınızın geri zekalı olduğu anlamına mı geliyor? Evet, belki de. Ama büyük bir olasılıkla bu, 19. YY ve erken 20. YY’da birçok Avrupalı- Amerikalının, bugünkü birçok yerli insan gibi, hayatta kalmak için soyutlanmış okula dayalı bilginin değil de, gerçek, somut, bağlam içinde kullanılmış olan bilginin ve zekanın gerekli olduğu bir dünyada yaşadıkları anlamına gelmektedir. Malcolm Gradwell New Yorker’da şöyle bildiriyor; psikolog Michael Cole Liberyanın Kpelle kabilesinin üyelerine WISC benzerlikler testinin bir türünü verdiğinde Kpelle’in tutarlı bir biçimde bıçak ve patatesi aynı kategoriye koyduğunu buldular.  “Çünkü bıçak patatesi kesmek için kullanılır.” 
“ Akıllı bir adam sadece bu şekilde yapabilir” diye açıkladılar. Sonunda araştırmacılar şöyle sordular “ Aptal biri bunu nasıl yapar?”  Kabile üyeleri hızlı bir şekilde nesneleri “doğru” kategorilere koydular. 
Bu yüzden diğer okul kaynaklı testler gibi IQ testlerinin de modernizasyonun- sanayileşmiş toplumlarda oldukça geniş ölçekli bir değişimin;  somut düşünceden soyut düşünceye, bütüncül düşünceden analitik düşünceye, bağlamsal düşünceden bağlamsal olmayan doğrusal düşünceye- bir ölçüsü olan zekanın, çok fazla bir ölçüsü olmadıkları ortaya çıkar. Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür. 
“Peki, ama toplumlar teknolojik olarak daha karışık ve entelektüel olarak daha ‘gelişmiş’ oldukça bu insan ‘gelişiminde’  kaçınılmaz ve olumlu bir aşama değil midir?” diyebilirsiniz. Modern toplumlarda beynin oldukça baskın olan, güç bela odaklanabilen, mekanik ve analitik kısmının;  gerçekte daha geniş odaklanabilen, bütüncül ve ilişkilere dayalı kısmı tarafından kısıtlanmış ve yönlendirilmek üzere sınırlandırılmış bir alet olarak evrimleştiğini tartışan,The Master and his Emissary (Usta ve Casus) adlı çığır açan kitabın yazarı, nörolojik görüntüleme araştırmacısı ve psikiyatrist olan Ian McGilchrist’e göre değildir. McGilchrist şöyle devam eder:  Modern batı medeniyeti diğer insan toplumlarından daha “gelişmiş” değildir ama nispeten birbirine daha bağlı, merhametli ve bütüncül dünya anlayışı pahasına, bir tür soğuk ve soyutlanmış bir mekanik analiz yönünde tehlikeli bir biçimde dengesiz olmuştur. Bu tür bir dengesizlik, McGilchrist’in işaret ettiği gibi, sizi diğer insanlardan daha “parlak” yapmaz; sizi bir sosyopat yapar.
İnsanın bilişsel çeşitliliği bir sebep için vardır; bizim farklılıklarımız türlerimizin dahiliği ve vicdanıdır. Dar bir şekilde odaklanmış devlet tabanlı toplumumuz gezegenin korunması ve toptan tahribi arasında vahşice yön değiştirirken yerli bütüncül düşünürlerin bize yaşamın ekolojik sistemi içerisindeki uygun yerimizi sürekli olarak hatırlatan kişiler olmaları bir tesadüf değildir. Disleksik bütüncül düşünürlerin genellikle sanatçılarımız, mucitlerimiz, hayalperestlerimiz ve isyancılarımız olması da tesadüf değildir. Saskatchewan Üniversitesinde bir Mi’kmaw eğitim profesörü olan Marie Battistenin, bir güçlü grubun kendi bilişsel özellik ve tercihlerini normal ve arzu edilebilir olarak ve diğer bütün düşünme, öğrenme ve dünyayı anlama yollarını eksiklikler ve güçsüzlükler olarak tanımlama yetkisini iddia etme eğilimine çok net bir terimi vardır. Ona “bilişsel emparyalizm” der. Irkçılığın bilişsel karşılığıdır. Doğal olarak, bu bizi tabii ki düşünme, öğrenme ve dünyada var olmanın tek yolunun diğerlerinin yerine geçme ve ezmenin kaderinde olduğunu varsayan bir tür bilişsel Aşikar Kader’e iter.
Bu bizi sesbilimine geri getirir. George Bush’un Okuma Çar’ı Reid Lyon okuma yazma öğretme yaklaşımının felsefeye değil de bilime dayandığıyla böbürlenip medyanın ilgisini oldukça üzerine çekmişti. (Burada tekrar o ton vardır.) Ama bütün çocuklara okumayı öğretmek için  “Kanıta Dayalı En İyi Yöntem”  üzerinde karar verme çabasıyla ilgili “bilimsel” olan hiçbir şey yoktur. Henrich ve arkadaşlarının işaret ettiği gibi ACAİP araştırma ACAİP sonuçlara varmaktadır; çünkü bu araştırma ACAİP sorular soran ACAİP araştırmacılar tarafından yürütülmektedir.  Bu durumda sordukları soru şuydu: “ Eğer Birleşik Devletlerdeki her bir çocuğu okumayı öğrenmesi için bir yönteme zorlasak, bu yöntem nasıl bir yöntem olmalıydı?”
Ama bu soruyu sormak için hiçbir bilimsel sebep yoktur. Bu bir felsefik – ve derinlemesine politik- bir karardır. 
Herhangi bir Yanomamili baba küçük çocukları öğrenmeye zorlamak zorunda olmadığımızı bilir, sadece ihtiyaçları olan aletleri onlara verir, oynamaya bırakır. Herhangi bir Creeli büyükanne bir çocuğu bir şeyi yanlış yaparken görürse, yanlış yaptığı şeyi ona alenen göstererek onu utandırmayacağını tantana yapmadan sessiz bir şekilde onu yapmanın doğru yolunu göstereceğini bilir. Herhangi bir Odawalı büyük, bir çocuğun bazen konuşmanızdan çok, sessizliğinizden öğreneceğini bilir. 
Yavaşça, sendeleyerek ve titizlikle bilim, bunun bir kısmını yeniden keşfediyor. 
Aydınlanma Çağından beri, bilim insanlarının her kuşağı: “Şu anda insan bilgi ve algısının tepe noktasında durmaktayız” yanılgısına düşmeye eğilim gösterdi;  bu entelektüel gurur komik, beceriksiz, yıkıcı veya çocuklar söz konusu olduğunda trajik olan sonuçlar doğurabilir. 1950’lerde bilim insanları çocuklar için bebek mamasının anne sütünden daha iyi olduğunu “biliyorlardı”. Bu,  gelişen dünyada milyonlarca bebeğin ishalden ve yetersiz beslenmeden ölmelerine sebep olan bir mantıksızlıktır. Yeni doğanların tıpkı hayvanlar gibi acıyı hissetmeye yeterli gelişmiş düzeyde nöral sisteme sahip olmadığını “bildiler” ve milyonlarca bebek (ve hayvan) üzerinde anestezisiz cerrahi operasyon uyguladılar. İçlerinden gökle ilgili akan bir nehir neticesinde öğrendiklerini bir yana bırakın;  insanların içsel tutkular, dürtüler ve tercihlerin sonuçlarından ziyade davranışlarına yönelik olumlu ya da olumsuz pekiştirmelerin bir sonucu olarak öğrendiklerini “bildiler”. Böylece bütün bir eğitim sistemini çocukları güvercinler ve sıçanlar gibi, devamlı inceleme ve “geribildirim”, cezalar ve ödüllerle eğitmeye razı ettiler.
Şimdi Amerikalı sesbilimi avukatları, çocukların okumayı nasıl öğrendiğini ve onlara en iyi nasıl öğretileceğini “bildiklerini” iddia ediyorlar. Bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Ciddi bilimsel sorgudaki anahtar bir değer, aynı zamanda dünya çapındaki her yerli kültürdeki anahtar bir değerdir; tevazu.  Biz öğreniyoruz.
Ama her Eskimo ebeveyn; hikayelerin,  geceleyin, çocuğun zihninin rahatlamış ve engin olduğu, kelimeleri ve görselleri ruhunun derinliklerine taşıyan an olan, uykudan önceki zamanda anlatıldığını bilir. Çocukların en iyi sabahleyin öğrendiğini “kanıtlayan” önceki kuşağa ait olan bilginin aksine; bilim, hatıraların geceleyin pekiştirildiğini yeniden keşfediyor. Sıklıkla çocuklar geceleri daha iyi dinler, geceleri daha derin sorular sorarlar ve geceleri daha canlı hayal ederler. Günün aydınlığında zihin dış dünyaya doğru döner ve gün içinde bir çocuk genelde aktif, hareketli ve sosyal iletişim içinde olmak ister. Sabahleyin size söylenen şeyler dönen bir pervanede vızıldayan bir güvenin çıkardığı uğultuyu çıkarabilir. Geceleyin size söylenen şeyler içeri taşınır, rüyalarınıza girer, çaba sarf etmeksizin sizin bir parçanız haline gelirler.
Bu yüzden bilimin bütün bunları yeniden keşfetmesini ve verilerin bunu kanıtlamasını beklerken ne yapmalıyız? İnsan yeteneklerinin ve ihtişamlarının ve yüklerinin tamamen eşsiz bir takımyıldızı olan, önümüzde bugün, şu anda duran eşsiz, normal, sağlıklı ve parlak insan yavrusuyla, bu çocukla ne yapmalıyız?
İyi çocuk yetiştirmek için hala bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyaç duyuyoruz. İronik olarak, öğrenme bilimi henüz ham ve ilkel iken, bazılarının “ilkel” dediği kültürler insan gelişimi hakkında sofistike, derin, incelikli ve deneysel olan, binlerce yıllık gözlem, sezgi, deneyleme ve iç görüye dayanan bilgiyi kafalarına yerleştiriyorlardı. Yetenekli bilim insanlarıyla, yazarlarla, sanatçılarla, girişimcilerle konuşun. Yanomamili bir çocuğun öğrendiği gibi, keskin gözlem, deney yapma, tutulma, özgürlük, katılım, gerçek oyun ve gerçek çalışma, çalışma ve oyun arasındaki farkın kaybolduğu özgür etkinlik sayesinde öğrendiklerini bulacaksınız. Gerçekten iyi bir oto tamircisi, marangoz, çiftçi, kemancı, web sitesi tasarımcısı, film editörü, şarkı sözü yazarı, fotoğrafçı veya bir şef ile konuşun, aynı yolla öğrenmiş olduklarını bulacaksınız.
Eğitim araştırmacıları, yavaş yavaş gözlükleri vasıtasıyla bu olguya dikkatle bakmaya başlıyorlar ama yalnızca başlıyorlar. Atasözünde geçen henüz suyu keşfetmemiş balık gibi, birçoğu hala bir dizi ACAİP varsayımlarla sınırlandırılmış durumdalar. İçinde yaşadıkları unsurun bütün dünya olmadığını fark etmemiş olduklarından; bu varsayımlar sorgularının çeşitliliğini sınırlandırıyor, kendilerinin yaratmış olduğu bir balık kavanozunun cam duvarlarının içinde dönmekte olduklarını ve hiç hayal etmemiş oldukları öğrenme imkanlarıyla dolu bir evrenin var olduğunu henüz görmüyorlar.

“Batık gerçek bazen aylaklığımızda, bazen rüyalarımızda su yüzüne çıkar” demiş büyük bir sanatçı bir zamanlar. Bilim güç ve güzelliğin nefes kesici bir aletidir ama iyi bir ebeveyn değildir; daha geniş, daha derin, daha eski bir şeyle dengelenmelidir. Rüzgar ve hava gibi, ekosistemler ve mikroorganizmalar gibi, kar kristalleri ve evrim gibi; insan öğrenmesi hala yabani, tahmin edilemez, hiçbirimizin ölçüp kontrol edemeyeceği kadar gizemli ve karmaşık olarak durmaktadır. Ama hepimiz  çiçeklenen fraktal  hareketin bir parçasıyız ve yavrumuzun öğrenme ve gelişimine yardım etme yeteneği bizim DNA’mızda var. Bunu yeniden keşfetmeye şimdi başlayabiliriz. Dene. Gözlemle. Dinle. Gezegenimizin her yerinde hala bulunan binlerce diğer öğrenme yollarını keşfet. Bilgiyi oku ve onu bir tarafa bırak. Çocuğunuzun gözlerini izleyin, onları ne sıkıyor ve öldürüyor; ne ışımasına, hızlanmasına, ışıkla parlamasına yol açıyor. İşte bu, öğrenmenin yattığı yerdir.

6 Ekim 2019 Pazar

Bin Nehir- Modern Dünyanın Unuttuğu Şeyler-2 (Çeviri)

Carol Black'in Bin Nehir isimli makalesini Duygu Kurat'ın güzel çevirisi ile yayınlamaya devam ediyorum:
İlk bölüm için buraya bir tık.
Makalenin İngilizce orjinali için şuraya bir tık tık.
***
Bin Nehir -2. bölüm
Carol Black
Türkçe Çeviri: Duygu Kurat


“Gökkuşağı tıpkı çiçekler gibi solar”. Bunu kızım yağmurlu ve güneşli bir günde, renklerin kavis yaparak gökyüzünde kayboluşunu  izlediğimiz sırada dağın tepesinde ayağa kalkarak söyledi. O zaman, iki buçuk yaşındaydı.
Bu yüzden, bu çocuğun kelimeler konusunda yetenekli olduğunu her zaman bilirdim. Ona, bir şeyler okunmasını severdi. Hikayeler, şiirler, şarkılar uydurur, oynardı; kendi mitolojilerini icat etmiş, sevgili büyükannesine sonu gelmeyen mektuplar yazmıştı.
Ama erken okumadı.
Okula gitmedi, bu nedenle bu durum onun için veya başkası için bir sorun teşkil etmedi. Nezaket anlayışlarının gerektirdiği üzere okuma ya da başka bir beceri konusunda bir çocuğun sahip olduğu ama diğerinin olmadığı becerileri mesele haline getirmeyen çocukların olduğu grubun bir parçasıydı. Oyun oynarken bir şey okumaları ya da oyun kurarken bir şey yazmaları gerekirse, bunu yapabilen bir çocuk ya da yetişkin bulurlardı.
Ona hikaye okurken birkaç defa okuduğum kelimelerin altında parmaklarımı gezdirmeyi ya da belli harflerin oluşturduğu seslere işaret etmeyi denerdim. Okula gitmeyen birçok çocuk gibi, elinde ajanda olan bir yetişkini fark etmede çok hızlıydı. “Parmağınla takip etmeni sevmiyorum” dedi ve bu yüzden ben de bıraktım.
Sanki sayfa üzerindeki baskıya dikkatini verirken hoşnutsuz olduğunu fark etmeye başladım. Kitapları, şiirleri bütün olarak ezberlerdi ama bunu görüntüyle değil ses yardımıyla yapardı. Piyano çalardı ama notalara bakmayı sevmezdi. Resim çizdiğinde, ki bunu sıklıkla yapardı, nesnelere bakıp sonra da gördüğünü kopyalayarak çizmezdi. Derinlerden bir yerden çizerdi; çizgileri akıcı, becerikli ve sezgiseldi.
Sonunda yaklaşık olarak yedi buçuk yaşındayken bir gün, sevgili büyükannesi, benim sevgili kayınvalidem, devlet okulu sisteminde bir psikolog olarak görev yapmış biri, bu duruma daha fazla katlanamadı. Müdahale etmemeye çalışmasına rağmen, ileri derecedeki bilimsel kesinliğini ve kırk yıllık profesyonel tecrübesini ve eldeki en iyi bilgiye olan istikrarlı erişimini daha fazla zapt edemedi, gerçek bir ızdırapla haykırdı. “Sadece okumayı öğrenmesi için her çocuğa ait belirli bir bilişsel pencere olduğunu bilirim ve eğer bu pencereyi kaçırırsanız ileride problem yaşayacaksınız demektir! Ve Isabel için bu yaklaşık dört yaşındayken ortaya çıkmıştı!”
Uzun bir sessizlik oldu.
“ Büyükanne” dedim sonunda “Eğer okula giderseniz ve yedi yaşına geldiğinizde okumayı öğrenemezseniz damgalanacak ve aşağılanacak ve gelecekteki öğrenme beceriniz engellenmek üzere inanılmaz derecede endişeleneceksinizdir. Bu Isabel’ e olmayacak.”
Şaşırtıcı bir biçimde tekrar bir sessizlik oldu. Bunu daha önce düşünmemişti.
“Ayrıca” diye devam ettim. “ çocukların hikayeleri  kaba üvey anneler, cadılar ve adam yiyen ejderhalar ile doludur. Ben okumayı dört yaşında öğrendim çünkü bu tür şeyleri çok seviyordum. Isabel bunlardan korkuyor. Fare ve Motorsiklet’ i okurken kadın odaya elektrikli süpürgeyle girdiğinde okumaya devam etmemizi ve fare kurtulursa ona söylememizi istiyor. Bu tarz hikayelerle yalnız bırakılmak hiç istemiyor. Bir büyüğün bunları ona okumasını istiyor.” Buna büyükannenin yüzünün erimesine çok şaşırdım. Gerçekten bir çiçek gibi soldu. Sesi yumuşadı.
“Oh” dedi. “ Küçükken ben de öyleydim.”  Altı ay sonra Isabel Harry Potter’ı tek başına okuyordu. Artık bir yetişkinin okuma için ona zaman ayırmasını beklemek istemiyordu; sonra ne olacağını öğrenmek istiyordu, ejderhalar var mıydı, yok muydu? On dört yaşındayken Savaş ve Barış’ı okudu. Yirmi yaşında yüksekokulda baş yazma becerileri öğretmeniydi.
Bu nasıl oldu? Gerçekten bilmiyoruz. Bu önemli bir noktadır. Siz bilmezsiniz. Ben bilmem. Kimse gerçekten bilmez. Okuryazarlığın altında yatan bilişsel işlemler sizin vahşi hayal gücünüzün ötesinde karmaşıktır; bunları bilimsel olarak algılama kapasitemiz henüz erken bebeklik dönemindedir. Ama çocukları okula gitmeyen insanlar benim hikayemi  tanıyarak başlarını sallıyorlar, çünkü okula gitmeyen çocuklar, ya da demokratik veya serbest okullara giden çocuklar arasında Isabel’in okumayı öğrenme modeli yaygındır. Bu her zaman olur. Okuryazarlık “araştırmacılarının” ve “ uzmanlarının” (okul psikologlarından bahsetmeye gerek yok), bunun mümkün olan bir şey olduğunu fark etmemeleri hepimizi endişelendirmelidir.
Okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.
Bizi daha fazla endişelendirmesi gereken şey ise bu “ uzmanların” okumanın bilişsel süreçleri hakkında gerçekte bildiklerinden daha fazla şeyi bildiklerini iddia etmeleridir ve milyonlarca çocuğu etkileyen politika- ufuklarını sınırlandıran, özürlü olarak damgalayan, hüsrana ve umutsuzluğa sürüklenmelerine sebep olan- onların kendinden fazla emin iddialarına dayanmaktadır. Dili içeren sinirlerle ilgili evrimsel temel üzerine çalışan Philip Lieberman adındaki bir bilişçi bilim insanı; dil hakkındaki “beyin merkezlerini” tanımlayan son görüşlerden, bir tür “neo-frenoloji” olarak bahsetmektedir- bu 19. Yüzyıldaki zeka türlerini insanın iskeletindeki şişkinliklerin haritasının çıkarılarak tanımlanabileceğine dayanan teorinin güncellenmiş versiyonudur. Diğer bir deyişle, okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.
Ama herhangi bir Maorili anne çocukların devamlı yukarıya doğru giden bir çizgide değil merdiven basamağı gibi bir modelde öğrendiğini bilir. İleri sıçrarlar, sonra bir süre düz giderler sonra yine ileri sıçrarlar. Öğrenmeleri bir yeraltı nehri gibidir, göremezsiniz bazen hissedemezsiniz bile. Sonra birden hızla yükselirler. Kontrol edemezsiniz; onun yerine övünemezsiniz. Ona aittir. Sıcaklık ve istikrar sağlamak, kaynaklar ve aletler sağlamak, soruları cevaplamak, hikayeler anlatmak, onların yanında anlamlı yetişkin sohbetleri ve işi yapmak için orada olmak zorundasınızdır. Ama hızla yükseldiklerinde, öğrenmeleri onların kendi kanatlarındadır.
Herhangi bir Creeli ebeveyn bir çocuğun bir şey için ne zaman hazır olduğunu söyleyebileceğini bilir; çünkü çocuk onun hakkında sorular sormaya başlar. Bunun zamanlamasını kontrol edemezsiniz ve buna gerek de yoktur. Her yıl somonun ve kazların ne zaman geleceğini, buzların ne zaman eriyeceğini ve nehirlerin yükseleceğini, yaban mersinlerinin ne zaman çiçek açıp meyve vereceğini bilmeyiz ama her yıl meyve verirler ve çocuklarımız büyür.
ACAİP toplumlarda bile herkes bir çocuğun ilk adımlarını atacağı ve ilk kelimelerini söyleyeceği normal bir yaş aralığı olduğunu bilir. 10 aylıkken yürüyen bir çocuk 14 aylıkken yürüyen bir çocuktan mutlaka fiziki olarak daha yetenekli olmayacaktır ve çocuk doktorları bunun güvenini vermek konusunda bizi cesaretlendirmek adına günlerinin büyük çoğunluğunu harcarlar. Çocukların herhangi bir başlıca dönüm noktasına aynı yaşta ulaşacağını farz etmenin hiçbir bilimsel ya da tam aksi bir dayanağı yoktur ve çocukları okula gitmeyen kişiler sıkça bu konu hakkında şaka yaparlar. Eğer bütün çocukların aynı zamanda ilk adımlarını atmasını bekleyecek olsaydık bütün herkesin yürüme engeline sahip olduğu bir ulus olurduk.
Ama bir çocuk yaşam çemberi boyunca ilerledikçe ilk adımlarından ve tuvalet eğitiminden tutun da süt dişlerini dökmesine, bisiklet sürmesine ve ergenliğe ulaşmasına kadar çeşitliliğin normal yaş aralığı-dramatik olarak-azalmaz; artar.  Tamamen normal, sağlıklı bir kız 9-15 yaşları arasında ergenliğe ulaşır. Bu, birçok yılı kapsayan normal bir yaş aralığıdır. Okuma, bu değişkenliği bilişsel, görsel, işitsel, duygusal, fiziksel ve sosyal boyutların oluşturmuş olduğu devasa bir karmaşayla birleştirir.  Akıcı bir okuryazarlık ortaya çıkabilmesi için büyümekte olan çocukta bu boyutların her birinin olgunlaşması ve birlikte çalışıyor olması gerekir. Ve buna rağmen biz bütün çocukların aynı yaşta bu dönüm noktasına ulaşması gerektiği fikri üzerine kurulmuş, multi milyar dolarlık yan endüstrileri ile beraber yine multi milyar dolarlık zorunlu bir kurum yarattık.
 Ve bu dönüm noktasına ulaşamazlarsa, büyük sorunlar yaşanacak demektir.
Bir gün, o zaman kızım sekiz yaşındaydı, en iyi arkadaşı Raphael ile birlikte bir iş peşinde oldukları hissine kapılmıştık ve onları ne dediğini anlamaya çalıştıkları bir kitap ile birlikte birbirlerine sarılmış halde bulduk. Sugata Mitra’nın ünlü “Hole in the Wall” (Duvardaki Delik) deneylerindeki çocuklar gibi, birlikte düşünerek buluyorlardı. Odaya girdiğimizde kural dışı bir şey yaparken yakalanan çocuklar gibi baktılar. Bu, okula gitmediklerinde çocuklar hakkında öğreneceğiniz başka bir şeydir. Her zaman izlenmek istemezler. Takip altına alınmak ya da değerlendirilmek istemezler. Öğrenmelerinin kendilerine ait olmasını isterler.
Küçük gruplarındaki bütün çocuklar çok yakın zamanlarda akıcı bir biçimde okumaya başladı. Tahıl gevreği kutularından ve sokak tabelalarından, bilgisayarlardan ve kitaplardan ve ablalarından, hikayelerden ve şarkılardan ve ve oyunlardan ve şiirlerden, kutu oyunlarından, video oyunlarından ve kelime oyunlarından, tariflerden ve etiketlerden ve montaj yönergelerinden, büyükannelere mektuplardan, ebeveynlerinden ve birbirlerinden öğrendiler. Amerika’daki çok az insan çocukluk boyunca biri ona bir yerde “B”nin ‘Bı’ sesi çıkardığından (çıkarmadığı durumlar hariç) bahsetmeden bunu yapacaktır, bu yüzden bu şekilde bir sesbilimi öğretimini dikkate alırsanız, o zaman iyidir. Seslerin ve harflerin arasında bir ilişki olduğu fikri kültürün içinde her yerde bulunur ve çocuklar M’nin Maymun için Y’nin de Yılan için olduğu önermesine yol boyunca bir yerlerde rastlayacaklardır. Çocukların bazıları okumayı öğrenirken yetişkinlerden yardım istedi, bazıları istemedi. Bazıları sesler için çalışma kitapları ya da bilgisayar programları kullandı ya da bir süreliğine çalışma kitaplarını alıp sonra sıkıldılar ve bir kenara bıraktılar. Birçoğu hiç önemsemedi.
Önemli nokta şu ki hepsi bizim bilgisayarı kullanmayı öğrendiğimiz şekilde okumayı öğrendi; esnek ve özel durumlarıyla ilgili olarak her biri, kendi için en etkili yol ve zaman ve hız neyse ona göre öğrendi. Bir ses bilim programı kullanılacak ya da kullanılmayacak bir programdır, eğer çok meyilliyseniz, bir bilgisayar kullanım kılavuzu gibi; bazı kişiler onu sistematik olarak, bazıları düzensiz bir şekilde kullanabilirken bazılarıysa hiç kullanmayabilir. Önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir.
Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir.
Çocukların okumaya ilgi duydukları ve hazır oldukları anda başlamalarına izin verildiğinde çok sayıda anekdot türünde rapor dört ya da beş yaştan on ya da on bir yaşa uzanan düz bir çan eğrisi dağılımı göstermektedir. Çanın doruk noktası 5-6-7-8-9 yaşları aralığı boyunca genişçe bir yayılım göstermektedir. (Buna rağmen psikolog Peter Gray mesajlaşma kültürü pratiğinin ortalamayı erkene taşıyor olabileceğini ileri sürmektedir.) Okumaya daha sonra başlayan çocuklar genellikle hızlı öğrenir birkaç aylık bir zaman dilimi içerisinde farz edilen “sınıf seviyelerinin” “gerisinden” “ilerisine” geçerler. Esas itibariyle ergenlik yıllarında hepsi “sınıf seviyelerinde” ya da üzerinde okuyor olur.
Neden bazı çocuklar diğerlerinden daha geç okumaya başlıyor? Tekrar, bilmiyoruz. Ama geç okumaya başlayanların çoğu mekanik, müzik, uzamsal, matematiksel ya da dijital alanlara karşı çok fazla ilgi ve beceri sahibidir. Çoğu sanat ya da sporu icra etmede yeteneklidir.
Bazılarının basitçe farklı bir öğrenme yöntemi vardır: Özümseyen, üzerine düşünen, birleştiren, bütünleştiren ve sonra birden tamamıyla şekillenmiş olarak çiçek açan. Isabel’in dokuz ya da on yaşındayken söylediği gibi, “Bir şeyi halihazırda biliyor olana kadar beklemeyi ve sonra onu öğrenmeyi seviyorum.”
Ama önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir. Üç yaşına kadar konuşmamış olan Einstein gibi, basit bir şekilde bazı çocuklar becerilerini farklı bir sıralamada geliştirir.
Diğer bir deyişle, bu büyük bir mesele değildir.
Siz onu büyük bir mesele haline getirmedikçe.  Hazır olmadığı bir zamanda çocuğu okumaya zorlarsanız ona çok hızlı bir şekilde çok fazla zarar verebilirsiniz. Yetişkinler bir çocuğun gelişimi hakkında endişelendiklerinde bu endişe ona hemen aktarılır. Çocuklarınız okula gitmediğinde keşfettiğiniz başka bir şey şudur ki: 6 yaşındaki bir çocuğu kandıramazsınız. Onlar sizin üzerinizden doğruyu görürler. Bu yüzden sizin “teşvik” ya da “destek” olarak adlandırdığınızı, onlar sıklıkla “manipülasyon” ya da “baskı” olarak görecek ve ona direnecektir. Planlamış olduğumuz şu “eğlenceli” eğitici aktiviteye cevap verirken önünüzdeki gerçek çocuğa dikkat edin, bunun gerçekleşmekte olduğunu görmeyi hızlıca öğreneceksiniz.
Çocukların direnişleri çeşitli formlar halinde görülebilir; dikkatsizlik, asabiyet, bozulma, geri çekilme, huzursuzluk, unutkanlık… Gerçekte DEHB’nin bütün belirtileri yetişkin kontrolüne karşı aktif ya da pasif olarak direnen bir çocuğun davranışlarıdır. Bir kere öğrenmeye karşı bu direnişi oluşturmaya başladığınızda, eğer hızlıca geri çekilmezseniz, çok engelleyici bir şey olarak katılaşabilir.
Eğer bir çocuğu gelişimsel olarak gerçekten yapamayacak durumdayken bir şey yapmaya zorlayacak olursanız- ben bu hatayı birden fazla yaptım ve okullarımız her gün yapıyor- meydana gelen psikolojik kapanma yıkıcı olur. Düpedüz yıkıcı. Bunu tekrarlamama izin verin: Basit bir şekilde, gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.
Dikkat çekmeliyim, hepsi son derece engelleyici inanışlar.
İlginç olarak, dünyadaki en yüksek okuma rekorlarına sahip Fin Okul Sistemi, okumada yedi yaşına kadar direkt öğretime başlamaz ve öğretimi zorlamaya her zaman çok daha erken yönelen Amerikan sistemine oranla doğal ve zorlama olmayan bir çan eğrisinin zirvesine daha yakındır. Yeni Zellanda’da bir araştırma okuma öğretimine yedi yaşında başlayan Waldorf okullarını beş yaşında başlayan devlet okullarıyla karşılaştırmış ve erken öğretiminin uzun vadeli hiçbir faydası olmadığını bulmuştur. Aslında, erken okuma öğretimi ile ilgili bir avantaj gösteren birçok araştırma çocukların yaklaşık 8 ya da 9 yaşlarındaki yeterliğini karşılaştırır. Yeni Zellanda araştırmasının gösterdiği şey; on ya da on bir yaşlarında bu avantajın kaybolabildiği ve on iki ya da on üç yaşında bu avantajın sıklıkla tersine döndüğüdür. Daha sonra öğretilen çocukların önce öğretilenlere göre okuduğunu daha iyi anladığı ve daha çok keyif aldığını ortaya koymaktadır.  Bu yüzden bir hipotez de Amerikan okullarının okumaya ait normal gelişimsel pencereyi  çok dar olarak kabul etmekte, aynı zamanda da onu çok erken vermekte olduğudur. Diğer bir deyişle bu, bütün çocukların ilk adımlarını ortalama zaman olan on ikinci ayda atmalarını beklemek gibi bir şey değil, hepsinin vaktinden çok önceki bir zaman olan onuncu ayda atmalarını beklemek gibi bir şeydir. Bunu yaparak çok şaşkın, çok endişeli, fiziksel ve nörolojik gelişim ve hazırlanmaları çok ciddi bir şekilde tahrip edilmiş olan çocuklardan oluşan bir alt sınıf yaratıyorsunuz, harfiyen bunu onlara yapmamış olsaydınız neye benzeyecekleri konusunda hiçbir şey bilemezsiniz.
Lütfen hatırlayın “Sınıf seviye standartları” doğada bulunmazlar; bilimsel olarak değil de yetkiyle yaratılmışlardır. Ve okul sisteminin keyfi yaş sınıflandırılması tarafından öğrenmeleri şekillenmemiş çocuklardaki bilişsel gelişim hakkında neredeyse hiçbir ciddi araştırma yapılmamıştır. Finlandiya basit bir şekilde bütün çocukların başarılı olacakları bir yerde standartlarını belirlemektedir. Birleşik Devletler ise standartlarını gerçekten önemli bir yüzdeliğin başarısız olacağı bir yerde belirlemektedir. Bu, bir seçimdir. Bunu yaparken, kendilerine ait gelişimsel müfredata göre öğrenmelerine izin verildiği takdirde gayet iyi olabilecek çocuklar üzerinde sakatlıklar yaratıyor olabiliriz.
Çünkü ne, tahmin edin? Eğer burada verilerin kanıtlayabileceği bir şey varsa o da çocuklarımızın hepsinin farklı olduğudur. Bu arada “D” harfi “Dıh” sesi çıkarır.
“Çocuklarımızın hepsi zekidir” diye Avusturalya’daki Aborjinler arasında yaygın bir deyiş vardır. Bakın ve seyredin, Briiliant: The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı bile, araştırmaların disleksiklerin bazı alanlarda erken okumayı öğrenenlerden daha akıllı olduğunu göstermeye başladığını bildiriyor. Gerçekten bilimin bunu keşfetmesini beklemek zorunda mıyız? Gerçekten sadece çocuğumuzun parlak gözlerine bakıp, her birinin dünyaya eşsiz ve değerli bir şey getirdiğini bilemez miyiz? Onları sıralamak, karşılaştırmak ve eksik, hatta “engelli” olmaları için tahmin edilebilir bir yüzdelik bulmak zorunda mıyız?
Uygun bir öğrenme ortamına göre vasıflanabilmek için bir engel etiketini kabul etmek çocuklarımıza kalmış bir şey değildir; çocukların doğal çeşitliliklerine uyum sağlamaya yetecek kadar esnek olan öğrenme ortamları sağlamak yetişkinlerin sorumluluğunda olan bir şeydir.

“Nöro-çeşitlilik” hareketi, kimin zihinsel tarzının “normal” kimin “ bozuk” olduğunu tanımlayan eğitimsel egemenliğe meydan okumaya başlamıştır. MR görüntüsü üzerinde bulanık varyasyonlar olduğu halde, disleksik olarak kabul edilen nüfusun %15-17 gibi büyük bir kısmının tam olarak sağlıklı olmadığı tahmin edilmesine rağmen ortada herhangi bir ikna edici bilimsel bir kanıt yoktur. Sadece kendi farklı yetenekleri olan ve farklı zamanlarda farklı yollarla öğrenen normal insan ve birçok disleksik, bir konser kemancısının iyi bir hokey oyuncusu olmadığı için engelli olamayacağı gibi, onların da kendilerine özel, öğrenme yöntemleriyle artık “engelli” olmadıklarını ileri sürerek engellilik modelini geri püskürtmeye başlıyor. Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .
Geç ve/veya daha yavaş okuyan çocukların uyumlarını engelliler için özel bir servis olarak yapmak yerine, emsal insanlar olarak hepimizde olan çeşitli güçlü ve zayıf taraflara yaklaştığımız şekilde, normal günlük nezaket ve saygı olayı şeklinde sağlayabiliriz.

(Devam edecek)

3 Ekim 2019 Perşembe

Bin Nehir- Modern Dünyanın Unuttuğu Şeyler (Çeviri)

Carol Black'in 'Bin Nehir' isimli makalesi, modern dünyanın çocuklar hakkında unuttuklarının çok iyi bir özeti. Okulsuz öğrenenler, özgür öğrenmeye zihin teri dökenler ve öz-yönetimli öğrenmenin gücüne inananlar için bir başvuru makalesi.

Sevgili arkadaşım Duygu Kurat'a, özverili çevirisi ile yayınlamama izin verdiği için minnettarım. Birkaç bölümde seri şeklinde yayınlayacağım. Zira yavaş yavaş üzerine düşünerek okunması gerekli bir yazı.

Makalenin 'A Thousand Rivers' adıyla meşhur, İngilizce aslı için buraya bir tık.

Bin Nehir

Modern dünyanın çocuklar ve öğrenme hakkında ne unuttuğu.



Carol Black
Türkçe Çeviri: Duygu Kurat

Geçen gün nasıl olduysa Twitter sayfamda aşağıdaki ifade göründü:“Kendiliğinden okumayı öğrenme, bazı çocuklarda meydana gelir. Büyük çoğunluğu seslerin açıkça öğretilmesine ihtiyaç duyar ve hepsi bu işten faydalanabilir.” 

Sonradan, bu 127 karakterlik bildirinin; yakında çıkacak olan Brilliant:The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı, aynı zamanda da bir gazeteci ve danışman olan, nasıl öğrendiğimiz ve bunu nasıl daha iyi yapabileceğimiz hakkında konuşmalar da yapan,  genç bir kadın tarafından yayımlandığı ortaya çıktı.

Bu olay beni kızdırdı. Sadece, birinci sınıfta okumayı öğrenmiş olsan bile ses biliminde kötü olma ihtimalinin mümkün olduğunu kişisel olarak kanıtlamış olduğum için kızmadım. Kızdığım diğer şey kadının tonlamasıydı;  sonraki paylaşımlarında ortaya çıktığı üzere, konu hakkında yüksek güvence veren bu ton, ileri sürdüğü şeyin doğru olduğunu gösteren “araştırma” ve “bilgi” ile elde edilmişti.Son yüzyıl boyunca eğitim kuruluşlarından bu tarz “bilimsel” bildiriler ortaya çıkmıştır. Her kuşağın kanıtlamış olduğu doğruların bir sonraki kuşak tarafından “zararlı çılgınlık” olarak keşfedildiği gerçeği zamanın ortaya yeni çıkmış kesinliklerini çocuklar üzerinde uygulamaya meraklı uzman gruplarının cesaretini asla kırmaz. Havalı otoritelerinin ses tonu hepimize net bir mesaj verir. “ Biz çocukların nasıl öğrendiğini biliyoruz. Siz bilmiyorsunuz.”Ve bize bunu açıklarlar.

Bush yönetimi tarafından yapılan bir panel vasıtasıyla ses bilimi hakkında “bilimsel fikir birliği” oluşturulmuş ve bu “bilimsel fikir birliği” ders kitabı ve test hazırlama endüstrisinde olan Bush destekçilerine ödül olarak verilmiş, hükümet sözleşmelerinde bulunan milyarlarca doları meşrulaştırmak için kullanılmıştır. No Child Left Behind  (Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın) ve  Race to the Top (Zirveye Yarış) yılları boyunca bu fikir yaygın olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden eğer tarih bir kılavuzsa günleri sayılıdır. Herhangi bir gün sesbiliminin küçük çocuklara doğrudan öğretiminin zararlı olduğunu, zihinlerini karıştırıp onları korkuttuğunu  ve okumaktan nefret ettirdiğini (hepimiz bunun genellikle doğru olduğunu biliyoruz o yüzden bilim bunu keşfetse çok iyi olur) kanıtlayan yeni bir araştırma yapılacak ve milyonlarca yeni ders kitabı, test ve öğretmen kılavuz kitabı Bush’un McGraw-Hilldeki eski arkadaşlarından vergi mükellefi fiyatına satın alınmak zorunda kalınacaktır.

Bu süreçle ilgili sorunlar çoktur ancak benim altını çizmek istediğim problem şudur: Buna sebep olan ulaşılabilir bilgi hakikaten, “insanların nasıl öğrendiğinin bilimi” değil “ insanlara okulda neler olduğunun bilimidir”. Ben şunu fark ettim: Bugün insanlar, çocukların gerçekten neye benzediklerini bilmiyorlar. Onlar, sadece çocukların okullardaki halini biliyorlar.

Bildiğimiz okullar, kendi içlerinde geniş bir sosyal deneydirler ve tarihsel olarak çok kısa bir süreliğine var olmuşlardır. Bu noktada birçok bilgi vardır. Amerikalıların dörtte biri dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilmez. Amerikalıların yarısı, antibiyotiğin bir virüsü tedavi etmeyeceğini bilmez. Amerikalı lise mezunlarının yüzde kırk beşi,  ilk Anayasa değişikliğinin basın özgürlüğünü getirdiğini bilmez. Bunları bilmek çok zor değildir. Eğer hipotez;  evrensel zorunlu okullaşmanın, bilgili ve ciddi biçimde okuryazar olan vatandaşlar yaratmanın en iyi yolu olduğuysa bu bilgilere çıplak gözle bakan herkes sonuçların en iyi ihtimalle karışık olduğunu kabullenecektir. En kötü ihtimalle de felaket getiren türdendirler: Belki birkaç süper bakteri bu noktayı bize kanıtlamak üzeredir.

Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?

Diğer bir taraftan Amerikan Devrimi sırasında kuzeydoğu kolonilerindeki neredeyse tüm beyaz Amerikalı göçmenler okuma yazma biliyordu; okula gittikleri ya da sesbilimi dersleri aldıkları için kesinlikle değil, o zamanlar onlar yoktu. Thomas Paine’in  Common Sense (Sağduyu) kitabı kesinlikle hafif bir kitap değildir, basıldığı ilk yıl 500.000’in üzerinde sattı. Bugün eşdeğer bir kitap 60.000 satmaktadır. İnsanlar okumayı çeşitli yollarla öğrenmiştir: bazıları tek sınıflı okullardan, ama birçoğu annelerinden, özel öğretmenlerden, gezici vaizlerden, ustalardan, akrabalardan, komşulardan, arkadaşlardan… Onlar okuma yazma biliyor çünkü okuryazar bir toplumda, bir insandan bir sonrakine okuryazarlığı aktarmak gerçekten o kadar da zor değildir. İnsanlar bir yeteneği gerçekten isterse, bu bir virüs gibi yayılır. Deneseydiniz bunu durduramazdınız.

Başka bir deyişle, şu an bilgisayarları kullanabiliyor olmamızla tamamen aynı sebeplerle okuyup yazabiliyorlardı. Bilgisayar kullanmayı okulda öğrendiğimiz için bilmiyoruz, öğrenmek istediğimiz ve bizim için hangi yol en iyiyse o yolla öğrenmekte serbest olduğumuz için biliyoruz. Birçok insanın bu sürecin akıcılığı ve etkililiğini insanoğlunun özelliği olarak görmek yerine bilgisayarın özelliği olarak görmesi ironilerin en üzücüsüdür.

Modern dünyada okumayı 4 yaşına kadar öğrenmediğiniz sürece sizin için en iyi olan yolla öğrenme şansınız yoktur. Artık öğrenme süreciniz bilimsel olarak planlanmış, kontrol edilmiş, izlenmiş ve elde edilebilir en iyi bilgiye göre çalışan yüksek eğitimli “uzmanlar” tarafından değerlendirilmiş olacaktır. Eğer öğrenme tarzınız o yılın teorisiyle uyuşmazsa, küçük düşürülecek, terapi görecek, yakından takibe alınacak, damgalanacak, test edilecek ve en nihayetinde beyninizde hafif düzeyde zihinsel yetersizlik olduğuna dair teşhis edilip etiketleneceksinizdir.

Kurtların aynı yaştaki yavrularını yatırdıkları kuru ottan yuvaları vardır ve anne avlanmaya çıktığında bu yuvayı başka bir yetişkinin gözetimine bırakır; Kanada geyikleri, doğduktan birkaç dakika sonra kalkıp sürüyü takip edebilen buzağılar doğurur. İnsanların da içinde olduğu primatlar bir seferde tek yavru doğurur ve anne çalıştığı ya da yiyecek aradığı esnada bu yavruyu yanında taşır, sıklıkla da kalabalık akraba ve arkadaş ağıyla bu bakımı paylaşır.

Bütün sosyal memeliler bir yetişkin olarak hayatta kalmak için ihtiyaçları olacak becerileri aktarma ve öğrenme hakkında türlerine özel sosyal yapı ve davranış evrimi geçirmişlerdir. Bizim kendi türümüz yüz binlerce yıldan fazla bir süre, karma yaşlardan oluşan küçük toplumlarda yaşamak için evrim geçirmiştir. Bu toplumlarda çocuklar yetişkin faaliyetlerinin içinde yer alırlar, çevrelerinde kendinden büyük ve küçük çocuklar, büyükanne ve babalar olur, gerçek dünyanın içine dalmışlardır; hareket etme, oyun oynama, vücut antrenmanı yapma özgürlükleri bulunur ve gözlem yapma, taklit etme ve gelişimsel olarak hazır olduklarında da yetişkin eylemlerine katılma hakları vardır.Hala bu modele göre yaşayan toplumlarda, bin yıldan fazla bir süredir gelişmekte olan zarif yerli pedagojiler, çocukların doğal gelişimine o kadar uygundur ki karmaşık ve incelikli beceriler neredeyse hiç uğraş vermeden kazanılabilir.

Kenya’daki herhangi bir Gikuyulu anne bir görevi bir çocuğa vermeden önce çocuğun hazır olduğunu görmeyi beklemen gerektiğini bilir. Hindistan ormanlarındaki herhangi bir Baigalı baba eğer bir çocuk bir şeyi dener ve sonra geriye çekilirse onu yalnız  bırakacağını bilir çünkü sonra denemek için tekrar geri gelecektir. Herhangi bir Yupikli yetişkin küçük çocukların dersten çok hikayelerden, direkt anlatımdansa kendi elleriyle tecrübe etmekten daha iyi öğrendiklerini bilir. Papua Yeni Gine’den herhangi bir Forelu ebeveyn çocukların bazen yetişkinler tarafından öğretilmekle değil de, daha büyük çocukları takilt etme yoluyla en iyi şekilde öğrendiklerini bilir.

Dünyanın her yerinden insanlar, “ çocuklar ve öğrenme” hakkında bu şeyleri bilirler ve ilginç olarak, yazılım tasarlamayı öğrenme ya da bilimsel bir deneyi yönetme, ya da zarif bir makaleyi yazma hakkında, ren geyiği avlamayı öğrenme veya yağmur ormanlarındaki iyileştirici bitkileri tanımada oldukları kadar elverişlidirler.

Ama biz onları artık bilmiyoruz. Çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak, katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.

Herhangi bir vahşi yaşam biyoloğu, eğer çevresi türlerinin zaman içinde gelişmiş olan sosyal ihtiyaçlarına cevap veremeyen türdense; hayvanat bahçesindeki bir hayvanın normal gelişmeyeceğini bilir. Ama artık biz bunu kendi adımıza bilmiyoruz. Çocukları karma yaştaki topluluklar yerine aynı yaştaki akran gruplarına yapay bir biçimde tecrit ederek onları günün büyük çoğunluğunda içeride ve sabit oturmaya mecbur bırakarak bağlam içinde kullanılmış gerçek etkinlikler yerine metin odaklı yapay materyallerden öğrenmelerini isteyerek bir çocuğun gelişimsel hazırbulunuşluğunun ortaya  çıkmasını takip etmek yerine öğrenmesi için keyfi ders programlarını zorla kabul ettirerek kendi evrimleşmiş türümüzün davranışını kökünden değiştirdik. Sağduyumuz bize bütün bunların karmaşık ve tahmin edilemeyen sonuçları olacağını söylemelidir. Aslında söyler de. Bazı çocuklar bu, tamamen yapay çevrede işlev görebiliyor gibi görünse de gerçekte hatırı sayılır bir çoğunluğu da işlev göremiyor.

Dünya çapında her gün milyonlarca, milyonlarca ve milyonlarca normal ve sağlıklı çocuk, hayatları boyunca onları mahvedecek yollarla bir hata olarak etiketleniyor. Ve artarak okulun yapay çevresine uyum sağlayamayanlar zihinsel yetersizliğe sahip olduklarına dair teşhis edilip ilaçlara maruz bırakılıyorlar.

Biz, bu bağlamda insanoğlunun nasıl öğrendiğini araştırmak üzere yola çıktık. Ama çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak; katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.

2010 yılında İngiliz Colombia Üniversitesi’nden üç kişilik bir araştırmacı grubu sosyal bilimlerde yankı uyandıran bir yazı yayımladı. Bu yazının yazarları Joseph Henrich, Steven J. Heine ve Ara Norenzayan sosyal bilimlerin yüz yıldır insan doğası ve davranışı hakkında yaptığı engin genellemelerin yapılışına meydan okudu. Bu genellemeler insanlığın dar bir kültürel alt kümesine dayanıyordu ve buna  “Western, Educated, Industrialized, Rich, Democtratic” (Batılı, Eğitimli, Sanayileşmiş, Zengin, Demokratik)  ya da “WEIRD” (ACAİP) toplumlar diyorlardı. Davranış Bilimlerinden baştan başa karşılaştırmalı bir veri tabanını gözden geçirdikten sonra, Henrich ve arkadaşları sadece bu toplumların insanlığın bütünün bir temsilcisi olmadığını değil, aynı zamanda birçok açıdan insan çeşitliliği çan eğrisinde en uç noktada olduklarını buldular; diğer bir deyişle “ACAİP  toplumların üyeleri, küçük çocuklar da dahil olmak üzere, insanlık hakkında genelleme yapabileceğimiz en son toplumlardır”. Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”. Bu merkez dışı özelliklerin bir çoğu Amerikadaki “normal” olarak düşündüğümüz eğitim türü ile ilgilidir. Amerikalıların işbirliğine yarışı, alçak gönüllülüğe kendilerini övmeyi, bütünsel düşünmeye analitik düşünmeyi, toplu başarıya kişisel başarıyı, dolaylı konuşmaya direkt konuşmayı, statü anlayışlarında eşitlikçiliğe hiyerarşiyi tercih etmede görüntünün en tepesinde oldukları ortaya çıkmıştır. Bu yüzden okullarda çocuklarımızı arkadaşlarından daha iyi olmak için çabalamaya zorlarız ve başarılı olduklarında onları herkesin önünde överiz, birçok diğer toplumdaysa bu durum aşırı kaba bir davranış olarak kabul edilir. 

Çocuklarımıza direkt olarak odaklanıp ne bilmelerini istediğimizi onlara direkt olarak söyleriz, birçok diğer toplumlardaysa yetişkinler çocuklarının büyüklerini yakından gözlemlemelerini ve yaptıklarını gönüllü bir şekilde takip etmelerini beklerler. Çocuklarımızın öğrenmelerini eziyet derecesinde detaya girerek kontrol ediyor, yönlendiriyor ve ölçüyoruz; diğer toplumlarsa çocuklarının kendi hızlarında öğreneceklerini kabul edip günlük etkinliklerini ve tercihlerini kontrol etmenin uygun ya da gerekli olduğunu düşünmezler. Diğer bir deyişle, bizim “normal” olarak kanıksamış olduğumuz öğrenme ortamı dünya çapındaki birçok kişi için o kadar da normal değildir.

Eğer Amerikalılar uçtakilerin de en ucundaysa çok genç çocuklar üzerinde gittikçe daha sert isteklerde bulunan ve doğal enerji ve eğilimleri gittikçe daha fazla baskılayan Amerikan kültürünün bir alt kültürü olan kurumsal okullaşma buna sebeptir. Daha büyük Amerikan toplumlarında değer verilen özellikler- enerji, yaratıcılık, bağımsızlık- sınıf içinde başınıza bela olur ve üzücü olarak çocuklarımızın bazılarının çan eğrisinde bizi yeterince takip edemediği ortaya çıkar. İnsan türleri oldukça uysal ve çeşitlidir, ama son derece de değildirler. Kültürümüz git gide uç noktalara büyüdükçe bireysel çocuklarda, bazen bozucu bir şekilde de olsa, altta yatan türlerin doğalarının yeniden ortaya çıktığını görürsünüz. Kurtları evcil hayvan olarak sahiplenmeye çalışan insanlar gibi, çocuklarımızın bazılarının tasmalarını kemirmeye başladığını fark ederiz.

Bir gün harika bir kumtaşı formu olarak Kaliforniya Çölünün dışından yukarı doğru eğim yapan Vasquez Kayalıklarında bir grup çocuğu yönlendiren 9 yaşında bir erkek çocuğunu izledim. Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB( Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu)  teşhisi konduğunu söyledi.

Okulda iyi öğrenemeyen çocuklara baktığınızda, eğer dünyada herhangi bir geleneksel toplumda yaşamış olsalardı değer verilecek ve sevilecek özellikleri sıklıkla sergilediklerini fark edeceksiniz. Fiziksel olarak enerji doludurlar; bağımsızdırlar, sosyaldirler, komiktirler. Elleriyle bir şeyler yapmayı severler. Gerçek oyun için (hayat dolu olan, güçlerini, becerilerini, cesaret ve dayanıklıklarını test eden) can atarlar. Gerçek çalışma için ( önemli ve somut olan, değerli katkılar yapabildikleri) can atarlar. Soyutlanmayı, sakinliği ve otoriter kontrolü sevmezler. İlgilerini çeken, merak uyandıran, tamir edip keşif yapabilmeye yönelten şeylere odaklanmayı severler.


ACAİP toplumumuzdaki “uzmanlar” bu çocukların öğrenme engelli olduğunu; zayıf dürtü kontrolüne sahip olduklarını; örgütsel becerilerinin eksik olduğunu; muhalif olduklarını söylerler.

Ama herhangi bir Maorili ebeveyn bir çocuğun savaşçı mı yoksa rahip doğasına mı sahip olduğunu anlamanız için onu sabırla, sessizce, müdahalesizce izlemeniz gerektiğini bilir. Çocuklarımız bize arayış içindeki varlıklar olarak gelirler, bunu Maorili öğretmenler bize söyler;  biri gökle biri bedenle ilgili olmak üzere içlerinden geçen iki nehirle birlikte, bilinen ve henüz bilinmeyenle. Çabaları ikisini birleştirmektir. Yetişkinler olarak bizim rolümüz de bu süreci desteklemektir, şekillendirmek değil. Bu, kontrol etmek üzere bizim olan bir şey değildir.

(Devam edecek)



Öz-Yönetimli Öğrenme

Peter Gray, çocuk-oyun ve öğrenme üçlüsüne ilgi duyan hemen herkesin karşılaşacağı bir isim.
Psychology Today'de yayınladığı güzel makaleleri başka bir yazının konusuna bırakarak, Youtube'da yayınlanan bu kısa videosunu paylaşmak ve Türkçe özetlemek istedim bugün.


Öz-Yönetimli Öğrenmenin Temel Taşları:

1. Eğitim çocuğun kendi sorumluluğudur: Bir başkasının bunu aldığını ve sadece onun dediklerini yapmanın yeterli olduğunu düşündüklerinde bunu mümkün en kısa yolla yapmaya başlarlar ve sorumluluklarını bırakırlar.

2. Oyun için zaman: Çocuklar bölünmeyen esnek zamanlarda oynayabilmeliler.

3. Kültürün araçlarıyla oynamak: Eskinin ok, yay ve bıçakları bugünün interneti, bilgisayarı. Kültürümüzün heryerinde çocukların bilgisayara bayılması boşuna değil. Bunu bir uzantıları gibi rahat kullanacak bir hale gelmek istemeleri çok normal.

4. Yargılayıcı olmayan, yardımcı olan yetişkinler: Kendisini değerlendiren değil, yardımcı olan insanların olması

5. Karma yaş grupları: Çocukların yaşıtlarından öğreneceği fazla birşey yoktur ama daha büyük veya daha küçük yaşlardan öğreneceği daha fazla şey vardır.

6. Tutarlı, ilkeli ve demokratik bir topluluk: Çocukların hareketlerinin başkalarını etkilediğini bildiği topluluklar.




13 Mart 2019 Çarşamba

Atmosfer Eğitimi

Hayır yeni bir akım değil bu.
Ya da yeni bir alternatif eğitim başlığı.
Sadece bizim hanenin dile gelmemiş ilkeleri.
Okulsuz öğrenirken bolca eklemeye çalıştığım dört İYİ'si.

İYİ BİR SOHBET

Evde, bahçede, müzede ya da yatakta çocuklarla heryerde gündeme gelen sorular..
Ve üzerine yapılan sohbetler.
Bunlar belkemiğini oluşturuyor beraber öğrenmenin.
Neye hazırlar?
Neleri merak ediyorlar?
Gündemleri nedir?
Bulundukları yerden yapacakları yolculuğun rotasını büyük ölçüde ele veren işaretler.
Ve o işaretleri okumak, cevap vermek, bazen sözle bazen eylemle, ailedeki herkesin doğal işi...

İYİ KİTAPLAR

Sehpaların, konsolların, rafların ve dahi araç arka camlarının vazgeçilmezi.
Oraya buraya serpiştirilmiş iyi kitaplar.
Bazıları tek seferlik, bazıları başvuru kaynağı.
Ufuktan ufuklara koşturan, açan bize dünyayı, başka hayatları.
Hepsi hepsi kıymetli.
Pek tabi,
arada kapatıp, açmak kaydıyla hayatı...

İYİ İNSANLAR

Onlar heryerdeler.
Bazen atık tahta malzemelerini özenle uzatan bir zanaatkar hüviyetinde,
bazen sevgiyle 'bu masa tenisi raketlerini senin için aldık' diyen genç bir ağabey kimliğinde...
Bazen bir komşu kadar yakın, bazen bir yerlerde karşılaştığımız bir yabancı kadar uzak.
Ama hepsi iyilikleri toplayıp sunar gibi sanki, bize bir tepsiyle.
İşte onları avlamak,
en güzel gayreti hanemin.

İYİ BİR RİTM

Hanenin içindeki 'akış' herkese uyduğunda huzur, uymadığında çatışma...
Çatışma da lazım elbet. Öğrenmek için çözmeyi.
Ve lakin akışın uzun süreli aksaması, evdeki atmosferi bozmakta.
Onu ilmek ilmek işlemek, aslında zor değil.
Sadece anlamak, ve dayatmamak gerekli sanki.
Ev işlerinin, oyunun, kitapların, sosyalleşmenin ve bir nefes almalık zamanların ahenkle akması.

Mevsim değiştiğinde ona uyan bir ritim
Akademik ilgi düştüğünde, ona uygun bir ritim
Yolculuktayken bambaşka bir ritim...
Birbirlerine eklenen kocaman halkalar gibi, akış.

İşte bizim hanede bu İYİ'ler buluştukça
şekilleniyor atmosfer eğitimi...
Anne ve baba bir nebze öncülük ediyor elbet,
İYİ'leri çoğaltmada.

Ve lakin çocuklar..
Onlar asıl sarrafı,
ritmin, iyi insanların ve iyi sohbetin..




20 Şubat 2019 Çarşamba

İki Resim Arasındaki Fark


Okullu ve okulsuz birçok platformu takip ediyorum.
Ailelerin çocuklarla ilgili öğrenim yaklaşımları arasında bazen ciddi farklar gözlemliyorum.

Okullu platformlarda çocuğa öncelikle uyum sağlaması zaviyesinden bakılıyor
ve çocukta birşeyleri düzeltmeye odaklanan bir yaklaşım hakim.

'Çocuğum şu kadar dakikada şu kadar kelime okuyor, artırmak için ne yapmalıyım.
Çocuğum sınıf ortamına uyum sağlayamadı, ne yapmalıyım
Çocuğum okuma güçlüğü yaşıyor, sınıf seviyesini yakalaması için ne yapmalıyım?'
gibi gibi.

Okulsuz platformlar ise çocuğun bulunduğu mevcut hali önceleyip ilgi alanlarını temel alarak ilerleme çabasında.

'Çocuğum Minecraft'ı çok seviyor, video oyunu tabanlı bir öğrenim nasıl olur?
Kızım geri dönüşümden bebek evleri tasarlıyor, nasıl yönlendirebilirim?
Oğlum Harry Potter hayranı, bu tür başka hangi kitaplarla besleyebilirim?
Çocuğum matematiği seviyor, edebiyatla nasıl besleyebilirim?'
gibi gibi.

Aradaki farkı görüyorsunuz. Biri çocuk temelli. Çocuktan hareket ediyor.
Diğeri mevcut öğretim yöntemlerine çocuğu uyumlama gayesinde.
Biri bireysel ilgi alanlarını entellektüel olarak besleme derdinde.
Diğeri ne pahasına olsa da akademik bilgiyi edindirme derdinde.

İki yaklaşım arasında isimlendirmeler ve kavramlar bile değişiyor.
Öğrenme güçlüğü, farklılık oluyor mesela.
Tembellik diye görülen felsefe oluyor,
Can sıkıntısı, hazır bulunuşluğa giden bir adım,
geride kalmak ise kendi hızında öğrenmeye tekabül ediyor.

Bu fark ailenin yaklaşımıyla belirleniyor.
Çocuklar amaçlı bir şekilde bilgiyi edinmek
ve kendilerince anlamlı şekilde yapılandırmak istiyorlar.
Aslında böyle daha kolay öğreniyorlar.
Çünkü öğrenirken eğleniyorlar.

Okulsuz platformlarda Minecraft tabanlı öğrenme müfredatları bile oluşmuş durumda.
Biz oyun tabanlı öğrenmeyi seminerlerle tartışaduralım,
yeni nesiller teknolojiyi su gibi içerek kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar zaten.

9.5 yaş oğlum iyi bir Minecraft oyuncusu.
En son arkadaşlarıyla birlikte devasa bir otel inşaa ettiler.
Düşünülmeyen hangi minik ayrıntıları eklediler, hangi tasarımları yaptılar, takip edemedim bile.
Ama matematiği, okumayı, yazmayı ve dahi problem çözmeyi, danışmayı, çözümü uygulamayı aktif bir şekilde dahil ettiler süreçlerine.

En son kendi özel Minecraft dünyasında bir ev inşaa ettiğini gördüm.
Japon mimarisinden etkilenmiş, piramit şeklinde yükselen çatının en tepesine bir şekil yapmış.
Önce anlamadım, açıkladı bana,
-Anne, 'yama' yazdım buraya, hani dağ demekti ya Japonca.

Bilgiyi nasıl yapılandırıyorlar,
Ve nasıl kullanıyorlar,
Nasıl içselleştiriyorlar?

Bir kağıda on defa yama (dağ) yazsaydı, eminim Japonca'dan soğumuştu çoktan.
Oysa mimari tasarımın tepesine bu figürü inşa etmek...
Ancak bir çocuğun orjinal bakışıyla mümkün demek...





19 Şubat 2019 Salı

Thomas Jefferson Öncülerin Eğitimi 2

Farklı yaklaşımlardan ilham almak.
Sanırım yaptığım şey bu.
Bu seferki Amerika'dan.
İlk yazı için bir tık.
Yazarın kitabı için bir tık.



'Bir insanın başka bir insanı eğitebileceği fikri tam anlamıyla bir efsanedir.
Kişinin eğitebileceği tek biri vardır, o da kendisidir...
Amacımız öğretim olmalı, eğitmek değil; zira iyi bir öğretim öğrenciye kendi kendini eğitmesi için ilham verir...'

Peki nasıl?
Amerika'nın kurucusu ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi yazarlarından Thomas Jefferson'un mentörü George Wythe'tır. Wythe'ın öğrencisini yönlendirirken kullandığı yöntemleri araştıran yazar Oliver DeMille, çıkardığı ilkeleri yedi başlıkta toplamış, bakalım neler var:

1. Ders Kitabı yerine Klasikler ilkesi

Kişiyi en evvelinden insanlığın büyük fikirleriyle tanıştırmak, onlara edebi lezzetleri tattıracağı gibi nasıl düşüneleceğini de öğretir. Felsefe, edebiyat, tarih ve diğer disiplinlerde yazılmış iyi eserleri çocuklar, doğru bir sunumla sandığımızdan daha erken yaşlarda özümseyebilirler! Bu yaklaşımın en temel ilkesi bu aslında. Klasik yani alanında yazılmış en iyi eserleri çocuklarımızla okumak.

2. Profesör değil; Mentörlük ilkesi

Yirmi kişiye standart müfredat ile yaklaşan öğretici bir mentör değildir. Mentör insanın önce kendini tanımasını sağlar ve kişiselleştirilmiş bir metot sunar. Standart bir eğitimle öncüler yetiştirilemez, bireysel ilgi ve yeteneklerin merkeze alındığı bir eğitim gerekir.

3. Zorlama; ilham ver ilkesi

Öğrenme süreçlerinde çocuğu zorlamak ve ona karşı sürekli talepkar davranmak yerine onlara ilham ve heyecan verecek yeni yollar bulmalıdır. İlham alan kişiler, öğrenmenin sıkıcı değil eğlenceli olduğunu düşünür ve öğrenme sevgisi kazanır. İyi kitaplarla yemleme yapmak, ev ortamını sanata, bilime, matematiğe özendirecek şekilde tasarlamak. Bu ilke tam beyin fırtınalık!

4. İçeriği değil zamanı yapılandır ilkesi

Yeterli zaman verilmezse hiçbir öğrenme etkili olamaz. Şu kadar vakitte şu kadar matematik yapılacak planı yerine, günün haftanın belli zamanlarındaki rutinlerle çocuğun ihtiyaç duyduğu kadar akademik öğrenmesine fırsat verilmesi gerekir.

5. Vasat değil, Vasıf ilkesi

Özellikle 12 yaş civarından sonra, öğrenme sevgisi kazanmış çocukları yaptıkları işi titizlikle, en kaliteli şekilde yapmaya teşvik etmek demek. Bu noktadan sonra mentör, kişiden ulaşabileceği potansiyeli açığa çıkarmasına yardımcı olacak şekilde en iyiye yönlendirir. Yaptıkları iş her ne ise en iyi şekilde yapmalarının yollarını öğretir. Klasik eserlerle beslenen çocuk zaten buna meyledecektir.

6. Basitleştir, Zorlaştırma İlkesi

Öğretim araçlarını karmaşıklaştırmaya gerek yok. Oku, yaz, projeler yap ve tartış. Bu kadar basit. Klasikleri oku, onlardan ilhamla yaz ve öğrendiklerini mentörünle değerlendir. Daha çeşitli müfredata değil daha derinleşmiş bir yaklaşıma ihtiyaç var.

7. Çocuk değil, Önce Sen İlkesi

Bugün eğitim deyince hep çocukları konuşuyoruz. Oysa çocuklar yetişkinleri taklit ederler. Kendi öğrenimini ciddiye al. Oku, yaz, düşün ve yap. Çocuk seni örnek alacaktır.

Okulsuz öğrenim neden bir hayat tarzı ve neden ailece bir yaklaşım gerektiriyor, cevabı sonuncu ilkede aslında.
Kendi öğrenme yolculuğumuza eğilmemiz bu yüzden önemli.
O yüzden çocuk için yapılan bir şey değil bu.
Çocuk ile yapılan bir şey...

Öğrenmeyi sevmek, ve her konuda heyecan duyabilmek.
Bence demlenmiş her okulsuz öğrenen ailenin portresi işte bu!


Thomas Jefferson Öncülerin Eğitimi 1

Eğitime dair farklı yaklaşımları takip ettiğimi söylemiştim evvelden.
Thomas Jefferson Öncülerin Eğitimi (Leadership Education) de bunlardan biri.



Eğitime bakışını kendi tarihindeki modeller üzerine inşa etmek isteyen bir beyin, Oliver DeMille, tarafından kurulan bir yaklaşım.
Temelinde Amerika'nın kurucu liderlerinin ve onlara mentörlük yapan şahsiyetlerin kullandıkları yöntemleri ilkelere dökmek var.
Meraklısını şu kitaba yönlendirip ilgimi çeken noktaları aktarayım.

İnsanın öğrenme yolculuğunu üç evreye ayırıyor bu yaklaşım:

1. Temel Atma Evresi (Core Phase)
0-8 yaş civarı. Önemli değerleri benimsemek için temel atıyor. Doğruyu yanlışı, güzeli çirkini öğreniyor, düzgün bir çalışma ahlakı kazanması ve rutinler bu dönemde önemli. Elleriyle yaparak öğreniyor. Deniyor, bırakıyor, başka bir şey deniyor. Burada esas duygu, öğrenirken eğleniyor.
Bu evreye doymuş birisi (ki kişi hayatının farklı dönemlerinde farklı konular ve ilgi alanları için bu temel atma evresine tekrar dönebilir) ikinci aşamaya doğallıkla geçiyor.

2. Öğrenme Sevgisi Evresi (Love of Learning Phase)
8-12 yaş civarı. Çocuk temel attığı ve keyif aldığı konularda becerilerini geliştirmek ve derinleşmek istiyor içten bir şekilde. Kısacası teknik bilgiye (!) yavaş yavaş hazır oluyor. Ancak bireyselleştirilmiş bir yaklaşımla, kendisine en uygun yöntemle alıyor bu bilgiyi. Mentörün yönlendirmesi ile projeler, geziler, kitaplar ile zenginleşen bir öğrenme tecrübesi var bu evrede. Çocuğun birkaç saat sevdiği konuya odaklanarak çalışabildiği görülüyor burada.

3. Uzmanlaşma Evresi (Scholar Phase)
12-16 yaş civarı. Buluğ çağına tekabül eden bu evrede genç çeşitli şekillerde kendini ifade etmek istiyor. Daha fazla sorumluluk istiyor. Meraklı olduğu alanlarda bilgi ve tecrübesini genişletmek için kitap kulüpleri, doğa projeleri ve başkaca mentörlerin rehberliğine hazır. Gerçek bir iş ve üretim yaparak uzun blok saatler boyunca ilgi alanında çalışabiliyor. Bu dönemin sonunda genç hayata atılmak istiyor, hani geçmişte iz bırakan insanların hayatlarında çokça gördüğümüz üretim yaşına gelmiş oluyor. (Günümüzde hala 18 öncesine çocuk dense de)

4. Derinleşme Evresi (Depth Phase)
16-22 yaş civarı. İçinde bulunduğu topluma nasıl katkıda bulunacağına dair düşüncelerin yoğunlaştığı dönem. Mentör ihtiyacı farklı bir açıdan güçleniyor burada. Zira kişi idealize ettiği bilge kimselerin rehberliğiyle yol almak isteğinde.

Bu evreler statik değiller, en önemlisi bu.
İnsan hayatın her döneminde benzer aşamalardan geçebilir diyor yazar.

Örneğin matematiği anlamakta zorlanıyorsanız şu yöntemlerle en başa dönün:

*Temel atma evresine geri dönün, matematikle ilgili eğlenceli kitaplar okuyun. Matematikçilerin hayatlarını anlatan iyi kitaplar bulun. Hayatın içindeki matematiği görmeye çalışın. Kutu oyunları oynayın kısaca matematikle eğlenin!
*Bunun ardından öğrenme sevginizin arttığını hissedeceksiniz. Matematikte ilerlemek için bir mentör veya kaynak yardımıyla teknik (!) bilgileri almaya hazır olacaksınız.
*Matematik alanındaki klasik eserleri mentörünüzle okumaya başlayın, o keyfe o zevke erişince çalışma saatlerinin farkında olmayacaksınız. Öğrenmenin zorluklarını temel aşamada aldığınız keyif sayesinde aşabileceksiniz.

Mealen böyle diyor yazar. Tabi bunları nasıl yapacaksınız, nasıl yöntemler kullanılabilir, onların cevaplarını da vermiş. 7 ilke önermiş. İkinci yazıda onu da çevireceğim.

Son söz:
Bu evreler yeni keşifler değiller.
İnsanı gözlemleyen her iyi gözlemcinin az çok fark edeceği dönemler bunlar.

Ama bizim ne çok ihtiyacımız var,
öğrenmenin test kağıtlarıyla değil, insanın taze tuttuğu merakı ve konuyla kurduğu olumlu bağ üzerinden gerçekleştiğini duymaya...

Öğrenmeyi öğrenmek.
Sanırım en güzel ifadesi bu.

Thomas Jefferson Öncülerin Eğitimi yazılarının ikincisi için bir tık.

17 Şubat 2019 Pazar

Hayatta Bölme

-Annee! 4 ay 3 hafta oldu.
-Ne 4 ay 3 hafta oldu?
-Kutul Amare dizisi başlayalı.
-He öyle mi? Nasıl peki, nasıl hesapladın?
-E 19. bölüm sezon finaliydi. 19'u 4'e böldüm.
-Hee...

Bölme ve çarpma bu işler için vardır efendim.
Farazi sayıları, anlamsız rakamlara bölmek için değil.
Hikayesi olan şeyleri seviyor çocuklar.
Matematikte bile...
ve hatta matematikte...

Bitmeyen Tatil

Zamanı bölüyoruz
Önceliklerimize göre
Önemsediklerimize göre

Bölüyor zamanını bir mümin, beşe
Bir esnaf, alışveriş ritmine
Bir seyyah, mevsimlere
Bir vefakar, dost ziyaretlerine.

Görüyor insan, bir tek hayattan ne çok farklılık çıkar.
Önceliğini nereye koyduğuna bakar.

Bir kurumun başlayın öğrenmeye dediği anda,
Güzel havanın tadını çıkaran,
ve iyi bir kitabın hikayesinde kaybolan bir çocukluk...

Belki de en temelde sadece bir öncelik meselesi aslında...

15 Şubat 2019 Cuma

Gece Çalışması

Çocuklarıma dair ilginç bir gözlemim, akademik çalışmaları gece yapmaya meyilli oldukları...
Gündüz sabahın ilk saatleri zinde kafayla daha iyi çalışılır, düşüncesi herkes için doğru değilmiş meğer.
Serbest kalınca insan kendine en uygun ritmi keşfedebiliyor, gördüğüm.
Bizim oğlanlar da sabah hareket, gece aritmetik diyenlerden.

Herkes toparlanıp yatmaya hazırlanırken, geliyor bunlara bir heves, durdur durdurabilirsen.
Geçen gece üç kağıt beş kağıt derken, ee artık yeter, bu kaçıncı kağıtlar yatalım artık dediğimde, içindeki ironiyi gördüm bir an.
Şu ödevler bitsin artıııık diyen çocuklarla, bizim o anki ironik halimiz.

Çocuklar gerçekten öğrenmek istiyorlar.
Kağıtlarla öğrenmek de istiyorlar, evet.
Kendi hallerine kalınca çok da değer veriyorlar üstelik.
Anlattığımız şeylere dikkatleri çekiliyor.
Sürekli bölünmüyorlar çünkü.
Sürekli iteklenmiyorlar da.
Gün içinde hareket özgürlükleri kısıtlanmıyor.
Doğal olarak ilgi duyuyorlar, kelimeler ve sayılar dünyasına.

Yine de kağıt üzerindeki o dil, yabancı geliyor biraz onlara.
Niçin bu kadar 'tanım' olmak zorunda?
Niçin bu kadar soğuk ve teknik olmalı bu dil?
Anlayamıyorlar.
Ama kendi istekleriyle alışıyorlar buna da.
Bu lazımsa hayatta, diyorlar adeta, amenna ona da.
Ama bizim hazır olduğumuz ve
bizim talep ettiğimiz zamanda...

31 Ocak 2019 Perşembe

Edebiyat İçre Matematik

Edebiyat ve matematiğin aynı cümle içerisinde kullanılabileceğini kendim olsam, keşfedemezdim. Okulsuz öğrenimin hayatımızda açtığı yeni pencerelerden biri de bu oldu.

Jules Verne'in külliyatını oğluma sesli okurken ayırdına vardık ilkin.
Matematiksel düşüncenin edebiyat içinde nasıl da güzel harmanlanabildiğini gördük.
Uzunluklar, ölçümler, matematiksel gizemler.
Caretta Çocuk'tan yayınlanan Sırlar Müzesi serisiyle devam etti bu macera.
Gönlümüze taht kurdu.
Sör Çepçevre'nin Matematik Maceraları serisi ile zirve yaptı.
Favori kitap rafının en üst sırasına kondu.
Kraliçe'yi Kurtarmak ile devam ettik, matematiği macera ile harmanlayan edebiyatın sularına.

Ne kadar sığ görüyormuşum her şeyi.
İki iki daha dört, ne sınırlı bir bakışmış matematiğe.
Hesaplama becerisinin gelişiminden daha önemli ve daha heyecan vericiymiş, matematiksel düşünme becerisi.

Her şeyi okullu zihinle öğrenmeye alışmışlar için, disiplinlerin ahenkli bir birliktelik oluşturduğunu keşfetmek, ayrı ayrı kompartmanlara ayrılmış ilimleri bir potada eritebilmek, en yüksek beceriymiş, anladım.

Çocuklar hayatı böyle görüyor zaten, ayırmıyor suni bir şekilde, içiçe geçmiş olanları.

Doğal öğrenim, çocuklara mı sadece?
Bilakis, öğrenmeyi sınıf sınıf ders ders ayırmış, buna alışmış tüm ailelere...

29 Ocak 2019 Salı

Çocuk Kitabı Raflarını Aşmak

Küçük bir şehrin küçücük bir köyünde yaşıyoruz. Eviniz kitapla doluyken kütüphaneye mi gidiyorsunuz, sorusunu ardımızda bırakıp her hafta halk kütüphanesine geliyoruz.

Çocuk kitaplarını hatim etmekle başladık işe önce, rengarenk bir dolu hazine.
Jules verne'ler, tekrar tekrar okunan klasikler, bir yerinden ruhlarını okşayan resimli kitapların yayınevlerine bakıp diğer basılmış kitaplarını arama çabaları, benim kendi içimdeki çocuğa okumak için aldıklarım...

Yerlere masalara yaydılar, bir güzel okundular, eve taşındılar.
Eski heves kalmayana dek.
Sonra?
Sonra biraz azaldı ilgi, öğrendiğimiz hemen her şeyde olduğu gibi.
Demlenme sürecine girdi.
Sonra?
Sonra çocuk raflarından yetişkin dünyasının kitap raflarına yöneldiler.
Ansiklopediler, eski tozlu kitaplar...
'Benim de bir sayfamı okuyacak yok mu?' diyen kitaplar...
Çağrılarını duydular.

İşte böyle keşfedildi, Resimli Ansiklopedi hazinesi.
Eski tozlu koca koca kitapları taşıdılar eve, görevlilerin hayretli bakışları eşliğinde.
Çeşit çeşit, rengarenk eski ciltli, hani insanın kollarını dolduran cinsten.
Evlerde yeri kalmadığı için bağışlanmıştı belki...
Yine onun kıymetini de çocuklar bildi, ne ibretli...

Çocuk ve Felsefe

En ilginç tanıklıklarım gece yatmadan önce yapılan sohbetlerde oluyor. Esasında bizim evde öğrenim, hep sohbetler üzerinden oluyor da diyebiliriz.

Geçmişte yaşamış birinin hayatından bahsederken 9.5 yaş durdu ve dedi ki:
-Tarih değil mi neticede, hikaye de olabilir bu anlattıkların.
-Nasıl yani?
-Yani doğruluğunu nereden bileceğiz, tarih de olabilir hikaye de
-?!
-Gerçekten yaşanmamış olabilir bunlar. Gerçek olduğunu bilmemiz için ispata ihtiyacımız var.
Bu ispatı da anlatan kişi yapmalı. Düşünsene, ben zaten hikaye bunlar diyorum, benim hikayeliğini ispatlamam saçma olmaz mı?

***
Allah nerede ben çok merak ediyorum, dedi 6.5 yaş.
Her yerde ve hiçbir yerde, dedi abisi.
Yani bizim anlayamayacağımız bir yerde.
Hepsinde ve hiçbirinde.
Mantıksız (insan mantığının dışında demek istiyor), yani mantık dışı, yani anlaman zor kardeşim.
?!

***
İnsan tasavvurunu aşan gerçeklikleri çocuklar kadar net anlatan var mıdır?
Düşüncemizin dayanaklarını onlar gibi ortaya seren, ve sorgulayan?
Piaget'in Çocuğun Gözüyle Dünya kitabını hatırlıyor zihnim.
Onlara daha fazla kulak vermeliyiz diyorum...






7 Ocak 2019 Pazartesi

Tanıyorum O Gözleri

Arıyorsun değil mi?
Sürekli arıyorsun. Nasıl yapıyorlar. Nasıl oluyor da oluyor.
Kafanı kurcalıyor.
Uçarcasına geziniyorsun bloglarda.
Üzerine tam oturacak tavsiyeyi bulmak için,
bir gün.

Her şey göründüğü kadar kolay olsaydı keşke,
çizmekte eksik kaldığımız noktalar gerçekten olmasaydı belki,
doğru olabilirdi varsayımların.
Hani her şey yazıldığı kadar düz ve dolambaçsız olacak, diyen içsesin.

Öyle olmuyor velakin,
en yakınlarınla bir destek çemberi oluşturmadan olmuyor.
Kendin gibi düşünenlerle bir topluluk oluşturmadan olamıyor.
Çocuklar bir fanusta büyümüyor asla.
Aileden başla topluluktan çık,
bir çocuk asla tek başına yetişmiyor.

Okulsuz öğrenmek senden başlıyor evet,
ama sende bitmiyor.

Oku elbet,
elbet gezin de uçarcasına.
Ama konunca bir yere kalbin,
içine sindikten sonra, başla ufak uygulamalara

eşinle konuşmaya
öğrenmenin doğasına eğilmeye biraz
biraz dikkat çekmeye
insanın doğasına
komşu çocuklarıyla biraraya gelmeye
yeniden canlandırmaya, ısıtmaya mahalleyi
yavaş yavaş

Sadece kendi çocuğun içinse bu,
bil ki sırıtır o da.
Allah Kendi derdiyle dertlenenin özel dertlerini satın alırmış, derler.
Kendi özelinden çık
sancısını çek mahallenin.
Kucakla çocuk olamayan çocuklarını
hadi hadilenen ve
kendi olmaklığı ertelenen o miniklerin.

Ondan sonra korkma artık,
Zaten çocukları, gölgesi değil midir,
çınar gibi yanıbaşlarında uzanan ebeveynlerinin...

Kendi Kendine Öğrenme



Montessori eğitim felsefesinin kurucusu Maria Montessori, modelini nasıl kurduğunu soranlara, ben bir model kurmadım; yalnızca çocukları gözlemledim der.

Gözlem ve adeta yokmuşçasına yapılan bir rehberlik Montessori ve Reggio Emilia yaklaşımlarının özünü oluşturur.

Çocuğa kendi öğrenme yöntemini kendisi keşfetmesi ve kurması için zaman ve mekan sunulur.
***

9.5 yaşım kendi okuma yazma öğrenme yolculuğunun başında yani 3 yıl önce bunu bana göstermişti.
6yaşındayken harfleri yazıp kelimeleri kopyalıyordu. Yaptığı resimlerin ucuna köşesine harflerle imzasını atıyor, kendine dipnotlar düşüyordu.

Ortasına gülen suratlar çizdiği, şapkalar giydirdiği o ilk harflerini hiç unutmuyorum.
Özgün bir öğrenme yolculuğunun ilk işaretleriydi onlar...

Harfler birleşip kelimelere ulaştıkça, kağıtlara o kelimeleri yazıp resimlerini çizmeyi yine kendisi istedi.
Onlarca kelime onun çizdiği tasvirlerle birleşti. Üstüste eklendi. Bir resimli sözlük oluştu.
Ortaya çıkan kitapçığa bakıp eşimle gözgöze geldiğimizi hatırlıyorum. İnanamamıştık.

Bir resimli sözlük! Hangi metodun hangi yaklaşımın aklına gelirdi, bilinmez. Ama o öğrenme ile oyunu ayrıştırmadığı, kendine has metodunun peşinde ilerlemeye devam etti, biz de desteklemeye.
***

Zorlandığı harfleri hep sona bıraktı. Erteledi. Önce yapabildiklerinde ustalaşmak, öylesine çiziktirip bırakmak değil, gerçekten ustalaşmak için uğraştı.
Bunun için uzun zamana ihtiyacı vardı, biz de kendisine o zamanı verdik.
Zaten nereye yetişecektik, G'yi ve J'yi bir an önce öğrenmesi için niçindi bu acele?

Kendi özgün ilkesini kurmakla meşguldü o.
Zemini sağlam kurma ilkesi.
Yüzeyine değil, derinine inme ilkesini.
***

Disleksili insanlarda, yani dile de, mekana ve uzaya olduğu gibi semboller üzerinden değil, resimler üzerinden yaklaşan beyinlerde; parçayı değil bütünü algılamak isteyen, önce tüm'ü anlamlandırıp tüm'den öyle gelmeye yatkın zihinlerde, bu temayülün, derinleşme ilkesinin en yaygın yaklaşım olduğunu sonradan öğrenecektik.

***
Hayır, 3 ay sonra sular seller gibi okumuyordu.
Hatta bugün 3.5 yıl sonra bile okumanın kod çözümleme aşamasının, favori konusu olduğunu söyleyemem.
Ama gün be gün, an be an kendi yolunda ilerlemenin,
ona şuna buna göre değil, kendi hızında, hazır olduğunda öğrenmenin eminliğini yaşıyor.

Mukayese olunmadan,
bazen tökezleyerek bazen ilerleyerek
ama tamamen kendine özgü metoduyla öğreniyor okumayı.

Bunun için kendisinin yıllar içinde aştığı yolları birkaç ayda kateden 6 yaş kardeşinin yolcuğu rahatsız etmiyor onu.
Bizim onu izlediğimiz gibi,
o da kardeşinin yolculuğunu heyecanla ve hayretle, destek vererek izliyor...

Çünkü artık yakinen biliyor ki
insan denilen şey,
bir nev-i şahsına münhasır varlık...


5 Ocak 2019 Cumartesi

Kasım Ayı Tüyap Ayı

Kitap,
Daha fazla kitap,
Daha da fazla kitap.

Girişin kendisine Kumkurdu serisini hatırlattığı okuyucu,
Evet tam üstüne bastın.
Ondan bahsedeceğim,
kalbimize değen, derinliğimizden yakalayan o iyi kitaplarla olan hikayemizden.

Belli rutinler, yıllık, mevsimlik ritimler bizim ailemiz için çok önemli.
Ev ortamında oluşturmaya çalıştığım bu rutinler hayat kurtarıcı.
Sıkıldığımız, off ne yapsak şimdi dediğimizde, imdadımıza yetişip yüzümüzü güldürüyorlar.

Çocuklarımın da bu rutinlerden keyif aldığını, zamanla oluşan bir aile geleneği olarak geleceğe taşıyacağını görüyor ve hissedebiliyorum.
Zaten okulsuz öğrenimde en önemlisi oluşan bu anılar değil mi?
Olumlu duyguların eşlik ettiği öğrenme deneyimleri.
Bu kale daha nasıl sağlam hale getirilebilir ki?

Kitap fuarına elinden tutulup götürülen bir çocukluk.
Her yıl,
Her sene.
O fotoğraf, sanıyorum çocuklarıma verebileceğim en güzel portrelerden biri...
***

Tüyap Kitap Fuarı da bizim için öyle artık.
Yıl içerisinde almak istedikleri kitaplar o günlere biriktirilir.
Gezilecek yayınevleri, standlar, önceki sene alınan kitapların adlarıyla kodlanır zihinlere.
Dönüşte, sıraya dizilir kitaplar bir bir sevilir okşanır sayfaları özenle.
Rafa dizilir sonra, bunu oku anne, hayır hayır önce bunu oku anne.

Kütüphanenin yolu unutulur bir süre.
İhanet edilmez fuardan özenle seçilen güzelim kitaplara.

Bu sene 6 yaşım da kendine bir raf oluşturmuş.
'Uzun kitaplardan oku bana da artık anne' diyor.
Peki oğlum, sen de gir sıraya, girecektin bir gün nasılsa.
Allah annenizin diline damağına kuvvet versin :)

Birkaç bölüme ayrılıyor fuar bütçemiz, artık alıştı çocuklar da.
'Önce sahaflara gideceğiz abicim' diyorlar birbirlerine.
Sahaflarda süprizlerle karşılaşmayı, yeni tatlar bulmayı, başkalarının elinden geçip kendilerinde duraklayacak olanı almayı umuyoruz.

Sonra çook önceden listeye girmiş, o özel kitaplar giriyor devreye.
Standlarında yazarlarıyla karşılaşması umulan özel kitaplar.
Her sene artıyor sayıları.

Önceden bir başlık bir resim yeterken kitabın notunu vermeye,
yavaştan yayınevi de devreye giriyor.
'Bu yayınevi yapmışsaa güzeldir anne'ler.
'Aa Maskeli Fare'nin yayınevi, mutlaka alalım burdan bir tane'ler.
'Dedektif Sensin'i onlar çıkarmış, bakalım benzeri var mı'lar.

Sene içinde müfredatımızın çoğunu oluşturuyor, orda alınanlar.
Yayınevleri artık çok güzel çıkartmalı matematik kitapları da basıyorlar.
Birkaç tane böyle kitap da seçiyoruz.
6 Yaşımın favorisi nokta birleştirmeler.
Tübitak'ın nokta birleştirmelerini bir defa da onun için alıyoruz, abisinden sonra.

Nasiplerimizle geçerken fuarın hemen yan tarafındaki Artİstanbul sanat galerisine,
Hemen girişe çömüp kolumdan çekiştiriyorlar.
Hadi oku anne, biraz oku ne olur!!!
***

Eve dönüş yolunda bir fotoğraf var zihnimde sadece:
En ufağım 1.5 yaşım standın kasa sırasında kucağımda,
işaret ediyor ısrarla, eğiliyor bir kitaba doğru.
Anlayamıyorum önce, sonra evimizdeki en sevdiği 'at'lı kitabı gösterdiğini fark ediyorum.
Yüzbinlerce kitabın arasında o koca fuarda,
sen o kitabı nerden seçtin, nerden gördün çocuk?!